Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Perşembe, Ağustos 25, 2011

Paris Günlüğüm - Kendi Mahsulüm!


İşte balkonumda yetiştirdiğim domatesim, biberim ve nanem. Bir de mavi sarmaşıklı çiçeğim var içlerinde tabi. Nisan başında ektiğim tohumlar temmuz ayında meyve verdi ve yemek geçtiğimiz günlerde nasip oldu. Nasıl güzel bir his bu böyle. Hele acı biber bağımlısı bizim gibi çiftler için o biberin acı çıkması kutlama yapılası bir durum! Nane deyince Ozan'ın aklına sadece Mojito geliyor ve sık sık yapıyor (kendini baya geliştirdi gayet başarılı iş çıkarıyor) ama ben salatalara, yemeklere taze ve kurutulmuş olarak kullanıyorum ve mutlu oluyorum.

Balkonda sebze meyve yetiştirme hobimi üst seviyelere taşıyacağım kesin, belki kışlık sebzelerle başlayabilirim önümüzdeki günlerde. Kendi mahsulümü yemek psikolojik olarak iyi hissettiriyor. Fena halde tavsiye ederim.

Çarşamba, Ağustos 24, 2011

Côte d'Azur, huzur

Diğer bir deyişle French Riviera bilindiği gibi Fransa'nın güneyi oluyor. Son dakikada ucuz olsun diye ayarladığımız Nicea Hotel kaldığımız en kötü oteldi galiba. 30 derece sıcakta asansörsüz 5. kattaki odamız ve bayat kruasan - jöle reçelden oluşan "Continental" kahvaltımız başta canımızı sıktı tabi. İtirazımız sonucu ertesi gün 1. kattaki izbe küçük daracık pencereli odaya transfer olduk da onca merdiveni çıkmak zorunda kalmadık. Transfer sırasında odada unuttuğum ve yokolan eşyalarım konusuna girmeyeceğim zira Nice herşeye rağmen çok güzeldi.
Bir kere çarşının ortasındaki pırıl pırıl mavi bayraklı denizi ve taşlı kumsalı beni benden aldı:)

Promenade des Angles caddesinin hemen önü deniz. En popüler mekanlar, birbirinden güzel restaurantlar Eski Nice (Vieux Nice) tarafında. Yöreye ait sabunlar, kokular, dantelli mutfak ve ev tekstilleri, süsler, takıların satıldığı tezgahlar ve şirin dükkanlar görülmeye değerdi. Gitmişken Nice'e özgü bir crep çeşidi(bildiğin sade crep) olan "Socca"yı da denedik ama nasıl desem biraz kuruydu. Bunun haricinde yemekler Fransız yemekleriyle sınırlı değil, Akdeniz Mutfağı ağırlıklı, daha çok İtalyan usülü olunca şehir benden bir aferin daha aldı! İkinci gün Monaco, Monte Carlo, St Paul de Vence, Eze, Antibes, Cannes turuna katıldık; 1 gün içinde gitmediğimiz yer kalmadı. Fransada parfümün merkezi sanılanın aksine Paris değil, Grasse bölgesiymiş. Biz orayı göremedik ama bir başka merkez Eze'de Parfümerie Galimard adlı fabrikaya gittik. Burada parfümün nasıl ortaya çıkıp üretildiğinin kısa anlatımından sonra biz turistleri hemen teşhir standına götürdüler, hiç dayanamam hemen aldım. Ozana da aldırdım ama parfümler hayalkırıklığı oldu çünkü 10 dakika sonra kokudan eser kalmıyor.

Kokularin denendigi girisin yasak oldugu bolmeler

Monaco'da Grace Kelly'nin evlendiği kiliseyi, Monte Carlo'da bir sürü zengin kumarbazı gördük. Cannes daki kırmızı halıda Natalie Portman pozumu verip, Antibes'de yine yöresel çarşı turumuzu yaptıktan sonra akşam 18:00 gibi Nice'e geri döndük. İçlerinde en beğendiğim; ressam ve sanatçılara ilham olmuş, sürpriz küçük dar sokaklar bütünü St Paul de Vence oldu.




Tur rehberimiz ve aynı zamanda şöförümüz olan Çeçen genç azıcık konuşmaya hevesli olup bilgi verseydi fena olmazdı. Çocuk burada 20 dakika mola veriyoruz demeye bile üşeniyordu da biz soruyorduk. Neyse efendim gittiğim yere bir daha gitmek yerine hep farklı yerler görmeyi tercih etsem de genelde; Fransız Rivierası, sıcak insanları ve akdeniz rahatlığıyla favori tatil bölgelerim arasına girdi.

Cuma, Ağustos 19, 2011

Disneyland Paris

Pek çok yaşıtımdan farklı olarak eğlence parklarını acaip eğlenceli buluyorum. 2005 yılında work and travella New Jersey Six Flags'de çalışmamla içimdeki çocuk uyandı. Hoş orası pek de çocuk işi sayılmaz Disneylandla kıyaslandığında ama etrafımda orada çalışmaktan ben kadar mutlu olanını pek görmedim. Haftanın 4-5 sabahı gelen tek otobüsle(kaçırırsan yandın) 1 saat git 1 saat gel yapıp 12 saat çalışıp tek mutlu olan bendim heralde. Erken çıktığımda eve gidip dinlenmek yerine "nitro"ya koşardım (favori rideımdı.) Sıra beklemek bile koymuyordu ki pek çok durumda sıra beklemek benim için vazgeçme sebebi. Biriktirdiğim paralarla da Orlandoya gidip Disneyland hatta Sea World, Universal Studios... ne var ne yok keşfetmiştim.
Herneyse bu çocuksu yapımın kaçınılmaz sonucu olarak Pariste yaşayıp Disneyland'a gitmemem imkansızdı. Tatli kocam da buraya ilk gelişinde ben daha gelmemişken park biletlerini hazır etmiş:) Aman havalar iyi olsun, aman çok uzak, hele bir arabamız gelsin derken, tam bilet geçerlilik süresi dolmak üzereydi ki geçtiğimiz haftalarda gidelim dedik.




Sabahın erken saatlerinde orada olup ilk sırayı, kapanışı önce olan (sanırım 19:00) Disney California Adventure Park'a verdik. Diğeri de; hemen yanında daha büyük olan Disneyland Park. Günlerden cumartesiydi kapanışı 23:00'tü.
E tabi biraz çocuksu, ama edindiğimiz haritadan en tehlikeli olanları (kalp ve tansiyon problemi olanların kaçınması gereken ne kadar ride varsa) işaretledik ve sırada beklemeye başladık. En beğendiğimiz ilk tercihimiz olan The Twilight Zone Tower of Terror"dü. (adı bile ürkütücü:) Esrarengiz otelde korku dolu macera! Evet en orijinali bence buydu. Sıradayken fark ettik ki insanlar "fast pass" biletleri almışlar ve biz öfkeli kalabalığa aldırmadan önümüzden sıvışıyorlar! Neyseki ilk ride'da bunu farkedip sonrakilerde "hızlı geçiş" kartlarımızı önceden almak suretiyle sıradaki kalabalığın yanından içeri sızıverdik. Bunun dışında diğer parkta Indiana Jones, Space Mountain, Star Tours ve adlarını hatırlamadığım bir kaç farkı tecrübeyi daha yaşadık.
Böyle ortamlar çok kalabalık olduğundan ve her bir etkinlik için sırada beklemek gerektiğinden yemekler de alelacele fast food tarzında yapılıyor. Biz de pizza sandviç türü birşeyler atıştırdıktan sonra cumartesi akşamı gerçekleşen büyük geçiti beklemeye başladık.
Miki, Mini, Goefy, Duffy gibi Disney karakterlerinin görkemli ve ışıltılı arabaları içinde sokaklarda geçit yapmasını bütün çocuklarla birlikte biz de 23:30'a kadar bekledik. Değdi mi, evet. Geçitten sonra havai fişek gösterilerinin anonsu yapılıyordu ama saat 00:15 ti ve yorgunluktan bayılacak haldeydik. Çıkışlar da kalabalıklaşmadan hemen gitmek en iyisi diye düşündük. Başta çok istekli olmayan Ozan ve dünden hevesli ben inanılmaz eğlendik ama eğer niyetiniz varsa siz yine de hafta içi gitmeyi tercih edin.

Çarşamba, Ağustos 17, 2011

Roma , Amor

Ağustos ortası güneşli bir roma öğleninde elimizde otelin bulunduğu bölgenin haritasıyla Ozanla birlikte yollara düştük. Romanın güneyinde Caracalla hamamlarının yakınındaki Domus Caracalla oteline vardığımızda (otel hayatımda gördüğüm en orijinal oteldi, aslında 5 odalı bir rezidans, baya bildiğin apartman girişli; ne otel tabelası ne bir şey sadece zilin üzerinde "Domus Caracalla" yazısı) kapıda 2 saat beklememizin sebebini resepsiyondaki görevlilin saat 14:00te mesaisinin bitmesinden kaynaklandığını öğrenince kesin emin olduk ki hayat bu keyfine düşkün İtalyanlara güzel. Ağustos ayında pek çok avrupa şehrinde olduğu gibi tatil moduna geçmişler, bu yüzden önerilen restoranların çoğunu da kapı duvar bulduk. Odaya yerleştikten sonra kendimizi Roma sokaklarına attık.

O ne geniş caddeler, o ne meydan bolluğu!

Kentin ebediliğinin en iyi simgesi olan Colosseum, yakınındaki Venedik meydanı (bütün anayolların birleştiği görkemli meydan) ve Trevi çeşmesi ilk günkü gezi rotamızdı. Bu arada Trevi Çeşmesine bozuk para atarkenki dileğin tekrar Romaya yolun düşmesi olduğuna aldırmadan kendi özgün dileğimi diledim. Roma çok güzel ama daha görülecek çok yer var!

Ertesi gün kentin en büyük dikilitaşının bulunduğu Popolo meydanından gezimize başladık. Buradan ayrılıp kentin en sofistike mağazalarının bulunduğu sokaklardan İspanyol merdivenlerine ulaştık. Burası genç romalılar ve yabancılar için en popüler buluşma yeriymiş. Karşısındaki dondurmacıda dondurmamızı yedikten sonra her biri İsa'nın Çarmıha Gerilişi'nden simgeler taşıyan 10 melek heykelli Sant Angelo köprüsünü geçerek Sant Angelo şatosuna ulaştık. Burası yüzyıllarca Roma'nın en güçlü askeri tabyası ve papaların sığınağı olan, işkence ve idamlara sahne olmuş zindanlar içeren etkileyici bir bina.

"Bütün Tanrıların Tapınağı" Pantheon'u da görmeden geçmedik.43 metrenin üzerindeki çapıyla Pantheon kubbesi herhangi bir destek olmadan durabildiği için eşsiz bir mühendislik başarısı sayılıyormuş.

2. günümüzü de birbirinden güzel resimlerin meydanda sergilenip satıldığı, küçük grupların şov yapıp turistleri eğlendirdiği Navona meydanında sonlandırdık ve yorgunluktan bitap sevimli odamıza döndük.

Dolce Vita!!
Fazla çeşit yok belki ama çok sevimli değil mi?

Son günümüzde 3. yüzyıldan kalma, insanların lüks içinde banyo yapmaları için inşa edilmiş Caracalla hamamlarına dışarıdan şööyle bir bakıp ilgi çekici bir deneyim olan minik devlet Vatikan'a gittik.

Vatikanı koruyan İsviçreli muhafızların mavi, kırmızı, turuncu renkli üniformaları Michelengelo tarafından tasarlandı deniyor.


İhtişamlı San Pietro Bazilikası'na şort ve askılı bluzumla giremeyeceğimi söylediler; ben de gidip en kırmızısından bir şal edindim ve şalıma bürünüp gezdim.

Bunlar da Vatikan gelini ve damadı
Vatikan'dan sonra her daim canlı ve kendine özgü karekteri olan Trastevere'de Roma havasını son kez içimize çektik.

KISA KISA

Romada neredeyse her köşe başında çeşme var ve suyu inanılmaz güzel.

İklimi de oldukça hoş, gündüz çok sıcaktı evet ama 18:00 den sonraki serinlik ferahlatıcıydı.

Parise göre ulaşım ve yemek fiyatları uygun 1 euroya otobüs metro bileti bulmak mümkün tabi metro tadilattaymış görmek kısmet olmadı.

İtalyan mutfağı Fransız mutfağının aksine tam damak tadıma uygun bu yüzden
yemeklerde herhangi bir hayalkırıklığı yaşamadık. Makarnayı hergün yesem bıkmam, favorim ise denizürünlü olanı, bol midye ve karidesli. (Penne alla Pescatora da orijinal adı.) 


Bu resimdeki lezzetli pizzalar ve ev yapımı biralar (artisanal deniyor) küçük pizzacı Pizzariumdan. Yemeden dönmeyin Vedat Milor bu işi biliyor!

Her yanı tarih kokan bu büyülü şehri gezerken üniversitedeki sanat tarihi derslerine daha çok asılmalıydım diye iç geçirdim. İnsan kendini kaptırıp her taşın, heykelin ne anlama geldiğini bilmek istiyor:)

Salı, Ağustos 16, 2011

Merhaba

Seyahat en sevdiğimdir, bu blog da kendi geçmiş aktivetelerimi güncel tutma telaşımdan. "Binlerce kilometrelik bir yolculuk tek bir adımla başlamaz mı"? O adımı attık ve Paris'e yerleştik, şimdi hem burada dokunduklarım gördüklerim ve tattıklarım hem de aralanan Avrupa kapısından deneyimlediklerimi paylaşmaya hazırım. İşte kendi gözümden gezi notlarım...